Sınır Karakolundan İnsan Manzaraları // Atilla Dorsay // Sabah // 31 Ekim 2009

Sınır Karakolundan İnsan Manzaraları // Atilla Dorsay // Sabah // 31 Ekim 2009

Nefes’in yapımcıları, sinema basınını önemsemediler. Filmlerini hemen hepimiz Antalya’da festival izlerken, hiçbir basın gösterimi yapmadan çıkarıverdiler. Ve üzerine hemen hiç eleştiri yazılamadı. Kendi adıma, filmi biraz geç de olsa görüp yazmaya ancak Radikal’de İsmet Berkan’ın iddialı yazısını okuyunca karar verdim. Ve gidip gördüm.

Çok da iyi etmişim, İsmet tümüyle haklıydı. Türkiye’de terörün doruklara tırmandığı 1993 yılında geçiyor film… Demek ki yakın tarihin belirli bir döneminin çerçevesine yerleştirilmiş. Güneydoğu’da Karabal tepesindeki karakolda, görmüş geçirmiş ve hayata karşı acılaşmış bir yüzbaşının komutasındaki 40 kadar asker, teröristlere göğüs germeye çabalıyorlar. Hücum ne zaman, nereden gelecek, belli bile değil. Ve bekleyiş, çoğu zaman savaşın kendisinden beter… Film, savaşların belki en kötüsü olan terörle savaşın o sisli, karmaşık ve her şeye açık alanını ustaca belirtiyor. Düşmanın kaypaklığı, belli bir stratejiyi önlüyor, taktik filan para etmiyor. Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş genç adamlar, bir yandan savaşmaya hazırlanıp tepelerinde Damokles’in kılıcı gibi asılı duran ölüme doğal bir şey gibi bakmayı deniyorlar. Arada telsiz telefonlardan evlerini, yuvalarını, sevdiklerini arıyorlar.

Filmin öncelikle senaryosu şaşırtıcı. Tanrım, Türkiye’de böylesine dört başı mamur senaryolar ne zamandır yazılmaya başlandı? Kısa dokunuşlarla da olsa onca karakteri canlı kılan, bu kendine özgü savaşın tüm gerilimini duyuran kusursuza yakın senaryolar? Yüzbaşının baştaki uzun nutku gibi bazen sabrın sınırlarını zorlayan, kimi zaman fazla soyut ya da aşırı şiirsel kaçan, ama her halde bizlere Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Er Ryan’ı Kurtarmak, Jarhead gibi filmlerin senaryolarını hatırlatan güçte bir metin. Ayrıca “büyük kentlere aşk küçük gelir”den “savaşta haklı yan yoktur”a sayısız ilginç deyiş de filmden gelip belleklerimize yerleşiyor. Elde var bir…

Ama yönetmen, bu metnin görselleştirilmesinde de aynı ölçüde başarılı. Bir sahnede Buster Keaton’ı andıran yetenekli bir genç, “asansördeki adam” skeciyle katıksız bir sessiz komedi havası yaratırken, üç askerin yaklaşan tehlikeyi görmeden hayal kurmaları, ameliyat, vuruşma gibi bölümler azımsanmayacak bir gerilim atmosferi yaratmayı başarıyor. Hele finaldeki vuruşma, adeta bir tür büyük kıyamet, tam bir Mahşer havasında. Kubrick başyapıtı Full Metal Jacket’i de hatırlatan…

Tüm oyuncular iyi, müzik harika, görüntü son derece olgun ve etkileyici. Ama kitleleri sinemalara böylesine çeken, bilmem kaç yıldır en acımasız bir savaş için dağlara yolladığımız sayısız genç insandan verilen belgesel tadındaki kesit. Yani, bir tür “memleketimden insan manzaraları”. Bu noktada, karakterlerin inandırıcılığı sanki perdeden salona taşıyor ve hepimiz bu genç adamlarla birlikte oluyoruz: türkü çağırırken, şakalaşırken, yar mektubu okurken veya ölüme hedef olurken…

Ve de güncellikle kurulan paralellik. Vatan elbette sağolsun, ama savaşı bitirmek daha doğru olmaz mı? Bu, yüzbaşının finaldeki “ben yalnızca savaşarak bu sorunun çözülemeyeceğini bilmiyor muyum?” feryadı kadar, genç askerin kapkara Kürt gencini vurmaya elinin varmamasıyla da beliriyor. Ve de felaketten sonra, her yerde varolan Atatürk suretlerinden birini, koca bir büstü yuvarlandığı yerden kucağına alan erin, onu ne yapacağını bilmeden dolaşması, bu mesajın görsel karşılığını veriyor. Daha ne olsun? Levent Semerci’yi içtenlikle kutlarken, tüm film ekibine de bir selam yolluyorum.

/ Hakkında Yazılanlar

Share the Post