Romanım, Güneydoğu’da Yaşananların Göz Ardı Edilmesine Bir İsyandır // Vatan // Buket Aşçı // 24 Nisan 2005

Romanım, Güneydoğu’da Yaşananların Göz Ardı Edilmesine Bir İsyandır // Vatan // Buket Aşçı // 24 Nisan 2005

Hakan Evrensel, Kuleli Askeri Lisesi, Harp Okulu ve Piyade Okulu mezunu. Güneydoğu’nun en karışık olduğu dönemlerde Bitlis, Bingöl, Van ve Şırnak’ta görev yaptı. Ancak 1994’de çok sevdiği mesleğinden Üsteğmen rütbesindeyken ayrıldı. Önce gazeteci oldu. Kanal D ve Hürriyet’te muhabirlik, Strateji Dergisi’nde yazı işleri müdürlüğü yaptı. Son işyerinde çalışırken “Güneydoğu’dan Öyküler” isimli bir kitap yayımladı. Bu kitabında bu bölgede yaşayan insanların hikâyelerini dile getirdi. Hakan Evrensel bu kez bir romanla karşımızda; “Yer Eksi İki.”

Bu Güneydoğu üzerine yazılan ilk roman. Pek çok kişi, Evrensel’in romanına önyargıyla yaklaşabilir. Oysa roman boyunca, ne uzun uzun söylev çeken askerler var, ne beyni yıkanmış zavallı gençler, ne de politik argümanlar… Karşımızda Güneydoğu’nun her evinden ve sokağından yoksulluk akan bir köşesinde yaşayan insanların dramı var. Üstelik romanda, yaşanan çatışmalar haberlerde dinlediğimiz gibi iki cümleyle geçmiyor. Mayın patladığında ayağınızı yerden kaldırıyor, çatışma başladığında siz de birebir yaşıyorsunuz.Read More

BA : Bu sorulur mu bilmiyorum, askerlikten neden ayrıldınız?

HE : Başta annem-babam, komutanlarım, arkadaşlarım tarafından olmak üzere bana çok soruldu bu soru… İşin tuhafı hâlâ ben bile sorarım. Bu mesleği çok seviyorum. Yazılı kuralları harfiyen uygulandığında insana mükemmel değer veren bir meslek. Güneydoğu’da yürütülen terörle mücadeleyle kamuoyunun bakış açısıyla çok farklıydı. Hatırlarsanız, her köye, eve ateş düşüyordu ama kimse olayların iç yüzünü bilmiyordu. Buna olan isyanım beni ayrılmaya itti.

BA : Siz Güneydoğu’dayken ben de öğrenciydim ve “Savaşa değil eğitime bütçe” diye slogan atıyordum. Bunu nasıl yorumluyordunuz?

HE : Gülüp geçiyorsunuz, sonra bir an geliyor ve damarınıza basıldığını hissedip tepki gösteriyordunuz. Ama bu tepki o küçük birliğin içinde kalırdı. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetler’inde tepkinizi açığa vurabileceğiniz mekanizma yoktur, en fazla üst rütbeye söylersiniz. Bu da bir küskünlük, itilmişlik, aldatılmışlık duygusu yaratmış olabilir.

BA : Vefasızlık?

HE : Hayır. “Onlar için bunu yapıyoruz ama böyle diyorlar” gibi bir his olmadı. Kamuoyu ile Anadolu’daki kasaba arasında uçurum olduğunu biliyorduk. Eve geldiğimizde anne-babalarımız bizi kahraman gibi karşılar ama bir yandan da “oralarda köy yakıyor muşsunuz” derlerdi. Mümkün olduğunca anlatırdık ama başaramazdık.

BA : Bu kitap bunu anlatma gayreti mi?

HE : İlki “Güneydoğu’dan Öyküler”di. Orada da mümkün olduğunca her kesimden, cepheden insanı anlattım. “Yer Eksi İki” ile bu hikâyelerde geçen kişilerin halet-i ruhiyelerini derinleştirmek ve “onlar kimdi” sorusuna yanıt aramak istedim. Yani evet, bu roman orada yaşananların bilinmemesine ya da önyargılı bakılmasına isyandır.

BA : Güneydoğu’da yaşananlar üzerine çok yazıldı. Askerlerin hikâyelerine pek değinilmedi mi?

HE : Kamuoyunun bilgisizleştirilmesinin kahramanları bence aydınlar. Mesela Genelkurmay gazetecileri Güneydoğu’ya götürene kadar giden olmadı, isterdim ki gazeteciler oraya gitmek için koşullan zorlasın. Aydın tavrı bu değil mi! “Orada kan akıyor, insanlar ölüyor. Bu nasıl olur?” demeleri gerekmez miydi! Bir gazeteci arkadaşım “itirafçılarla ilgili bir haber yapmak istiyorum” diye beni aradı. Ben de “çok güzel olur, Genelkurmayla konuş, sana yardıma olacaklardır” dedim. O da bunun üzerine “Ben onlarla konuşmam” dedi. iyi de neden? Bunu anlayamıyorum.

BA : Kitaplarınızı yazarken Genelkurmay’dan ya da bir resmi kuruluştan destek aldınız mı?

HE : Tabii ki hayır, ihtiyaç duymadım. Ama bir gazeteci olarak yardımlarına ihtiyaç duyacağım bir haber yapmak istesem tereddüt etmezdim.

BA : Şehit annelerinin hikâyeleri neden edebiyata taşınmadı?

HE : Bir köy düşünün, Anadolu’da. Bu köyde oğlunu şehit vermiş bir kadın… Belki de tek oğluydu. Ama artık o yok. Üstelik Türkiye’de o anneyi ve oğlunu ifade edecek kimse de yok. Yazarlar, sanatçılar militarizm karşıtıdır, muhaliftir, anlıyorum ama bu köydeki kadının ve oğlunun hikâyesinin hiç mi edebiyatta, sinemada yeri yok! Benim kızgınlığım ve hayıflanmamın nedeni bu.

BA : Romanda dağa çıkanların hikâyelerini de anlatıyorsunuz. Kimi zaman şefkatle. Dağa çıkacak olan Mahmut eğitim görüp pilot olacağını söyleyince arkadaşı Salman onun Top Gün filmindeki Tom Cruise olacağını sanıyor…

HE : Bu tür öyle çok olayla karşılaştık ki. Tank şoförü olmak için, babasına kızdığı için, eline silah alabileceği için dağa çıkanlar vardı. Çünkü burada yaşayanlar o kadar büyük bir feodal baskı altındalar ki, kendilerine birazcık ışık saçan her yere koşuyorlar. Tabii ideolojik gerekçelerle katılanlar vardı ama bu boyutu da.

BA : Her şey “beyin yıkayarak” olmadı…

HE : Kesinlikle. Yapılan yanlışların altında kimi zaman o kadar saf, temiz duygular vardı ki. 14-15 yaşında çocuklar. Benim bunlara terörist demeye dilim varmıyor. Daha çocuklar. Onlara nasıl terörist derim ya da beyni yıkanmış… O çocuk ne anlar beyin yıkanmasından. Sokakta top oynayacak yaşta. Maalesef terörle mücadelede kamuoyuna aktarılamayanlardan biri de örgüte kanlım nedenleriydi. Buna vurgu yapmaya çalıştım. PKK terör örgütü, o bölgenin ve Türkiye’nin kültürel zenginliğine vurulmuş en büyük darbedir. Örgüt tüm bu kültürel zenginlikleri eline alıp savunmaya kalktı. Oysa da bunları savunmuyor. Taşeron, üstelik ırkçı bir örgüt bu. O bu zenginlikleri sahiplenmeye çalıştıkça bölgenin kültürel zenginlikleri Türkiye’nin geri kalanınca hoş görülmez hale geldi. Eğer böyle olmasaydı, bu kadar kayıp verilmeyecek, toplum bazı gelişmelere bu derece tepkili olmayacaktı.

BA : Kırmızı, yeşil ve sarının terör rengi sayılması gibi mi?

HE : Evet. Oysa bunlar reggae müziğin renkleri, insanlar 1990’lara kadar bu renklerle, müzik dinleyip dans ediyordu, şimdi neyin rengi oldu.

BA : Romanda anlattığınız olaylar ne kadar gerçek?

HE : Yüzde 100’ü gerçek. Ama bu bir roman, olayları, kişileri birbirine bağladım yani bir kurguyla anlattım.

BA : Köy baskınına tanık oldunuz mu?

HE : Hayır, ama romandaki köy baskını gerçektir. Ama çatışma sonrası askerlerin, PKK’lıların olduğu yerlere girdim. Karşılaştığım manzarayı anlatmama gerek yok sanırım. Köy baskınında öldürülen 85 yaşındaki dedenin hikayesi gerçek. Bir komutanım anlattı. Yazarken en zorlandığım bölümdü. Arkadaşlarıma anlatmıştım. “Bunları yazma, inandırıcılığı kaybolur” dediler. İnanmayanlar Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımladığı “Unutulan Gerçekler” isimli gazete kupürlerini içeren kitaba bakabilirler.

BA : Roman İngilizce konuşan birinin yaptığı mayın pazarlığıyla sonlanıyor…

HE : Bu yabancı silah tüccarının ismini her ülke uyruğuna uygun olsun diye Aleks koydum. Çünkü sağdan-soldan maşallah öyle güzel çalışıyorlar ki Türkiye için… Bu sorunun her boyutu konuşuldu, ama yurtdışı kökeni hep gözardı edildi.

BA : Anadilde eğitim hakkı var. Bölge sakinleşir mi?

HE : Asıl sorun ekonomik ve bunu kaşıyan yurtdışı destekler. Toplumsal ihtiyaçlar ve talepler tabii ki var. Ama bu talepler sadece o bölgeye hasmış gibi görüldüğü sürece Türkiye’nin diğer bölgeleri bundan rahatsız olacaktır. Bu ülkenin demokratik alt-yapısı bir kültürel zenginlik için verilecek mücadeleye müsaitti. Bu aşamaya gelinmesi için 30 bin insanın ölmesine gerek yoktu. Bundan sonra da yok.

BA : Peki sorun bitti mi, biter mi?

HE : Hayır. Çünkü Amerika’nın Irak’a girmesiyle başlayan bir süreç var ve bu da önümüzü görmemizi engelliyor.

/ Söyleşiler

Share the Post