“Paçalarınıza kan Bulaşmış Farkında Değilsiniz” // Hâkimiyet-i Milliye // Ersan Barkın // Mayıs 2005

“Paçalarınıza kan Bulaşmış Farkında Değilsiniz” // Hâkimiyet-i Milliye // Ersan Barkın // Mayıs 2005

EB : Güneydoğu’dan Öyküler’de hem de bu kitabın temelinde, bir yazarın yanında bunları yaşayan bir asker var. 1993’te asker olmanın anlamı ne?

HE : Eğer o anki psikoloji içinde asker olmayı soruyorsanız, şöyle söyleyebilirim: Bağlı olduğun insanlar bambaşka şeyler söylerken, bu insanların hizmetindeki askerlerin bambaşka şeyler yaptığı bir dönem. Güneydoğudan Öyküler’in bazılarında bu tezadı işlemeye çalıştım. Operasyona gidiyorsun, çatışmaya gidiyorsun, şehit oluyorsun veya yaralı veriyorsun ya da zarar görmeden dönüyorsun. Fakat ertesi gün, bir şekilde bir hafta önceki gazete geçiyor eline. O gazetede ülkenin senin dışında kalan kısmının senden tamamen bihaber, bambaşka bir dünyada yaşadığını fark ediyorsun. Hiç unutmuyorum, sanırım moralimizin çok bozuk olduğu bir gündü. Fransız bir yazarın ölümü ardından onlarca köşe yazarı, ona övgü dolu yazılar yazmıştı. Askerin en çok bu tezat ağrına gidiyor. Bu durum o asker izine gittiğinde ortaya çıkıyor çoğu zaman. Sokak ortasında dolaşırken, “ben ne yapıyorum kardeşim, bir hafta sonra nerede olacağım, insanlar niye olaylardan habersiz?” Bu tip duygular içine giriyorlar. Muhakkak ölen o Fransız yazar da önemli ama yer, zaman, konum, öncelik sırası, bununla ilgisi var. Öncelikle sen nereye bakıyorsun, nereden bakıyorsun? Bunun öncelik sırası çok önemli. Senin yazarının öncelik sırası sen değilsin. O köşe yazarının altında ufak bir habersin sadece. O köşe yazısı o Fransız için ayrılmış, senin askerinin ölmesi ise sıradan bir şey. Çünkü o adam başka bir yerde eğitimini görmüş, başka bir kitlenin adamı… Şimdi aslında bu pasif tepki. Bir de aktif tepki var. O dönem içinde birkaç köşe yazarı dışında büyük çoğunluğu; “bir dakika, biz ne yapıyoruz? Bu kadar asker beslemeye gerek var mı? Karşı tarafı da bir dinleyelim. Onlarla da bir konuşalım. Türkiye’de konuşulmayan bir şey kalmasın” diyordu. Asıl bu kitle zarar verdi mücadeleye. “Biz onları sürekli tukaka yaptık, kötü davrandık. O yüzden de ayaklandılar. Onları da bir dinleyelim.” Bu da aktif tepki. Pasif tepkilere karşı, “şuna bak, iki kelime söz etmiş, adamın olan bitenden haberi yok” diyebilirsiniz. Ama diğerine, o dönem üniforma taşıyan bir kimse kolay kolay gülüp geçmezdi. Direk sırtından hançerlendiğini düşünürdü.

EB : Türkiye’nin doğusunu görmeden oralarla ilgili yazılar yazan, siyaset üreten adamlardan kurulu bir ülkeyiz. Yalnızca bir eski asker veya gazeteci gözüyle değil, bir yurttaş gözüyle, töresi, toprağı, insanıyla Doğu deyince aklınıza ne geliyor?

HE : Aslında PKK ile birlikte doğu deyince insanın aklına, askerin aklına kan, dehşet, sefalet, savaş, çatışma ve ölüm gelir oldu. Ama ondan önce, benim son dönemde sürekli tekrar ettiğim bir şey var, onu paylaşmak istiyorum. “Onur doğudan batıya gittikçe azalır, batıdan doğuya gittikçe artar.” Biz Avrupalı’ya göre çok daha onurlu bir milletiz. Yanlış anlaşılmasın, aynı ülküyü paylaşan uluslar, ülkeler bazında söylüyorum. Biz doğusuyla, batısıyla birlikte kesinlikle onurumuza çok düşkün bir milletiz. Yaşanan her şeye rağmen doğu kelimesini duyunca aklıma ilk gelen bu.

EB : Peki, orada yaşayan insanlar Türkiye’nin mücadelesinden habersiz mi? Kimi zaman böyle anlatılıyor çünkü?

HE : Oradaki halk PKK’nın çok büyük bir tedhiş ve baskısıyla ciddi bir şekilde arada kaldı. Kime güveneceğini, kime inanacağını bilemedi. Ne yazık ki, o dönemde Türkiye Cumhuriyeti Devleti de, Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi, yalnızca doğuya mahsus bir şey değil, çok etkin biçimde bu tür terör olaylarına karşı hazır değildi. Elinde bunu yapabilecek eğitimli insanı, hazır ordusu yoktu. Açıkçası teröre karşı hazırlıksız yakalandık. Dolayısıyla bu boşluğu terör örgütü doldurdu. Halk ilk zamanlarda, 1985 yılındaki ilk olaylardan 1994-1995 yılına kadar, 10 yıl içinde yavaş yavaş örgütün hem silahlı, hem de silahsız propagandaları, ne yazık ki, etkili oldu. Hep şu soruyu sorarlar; “eğer buna benzer bir terör örgütü, senin bölgene de böyle bir baskı yapsa, sen ne tepki verirsin?” Belki hemen hemen herkes kendi memleketi için benzer cevapları verebilir. Ama Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin ayrı, özel bir yapısı var. Bazı güçlerin o bölgeyi seçerek, o bölge üzerinde bazı planlar yapıp, örgütü destekleyerek bunları uygulamaya koymasının bir anlamı var. Bu süreç, 20nci yüzyıl başlarından bugüne kadar gelen ve daha da devam edecek bir süreç. O bölgeyle ilgili oynanan oyunları kastediyorum. Dolayısıyla o bölgenin halkının tarafsız kalmasını beklemek çok zor. Maalesef çoğunlukla da büyük bir kısmı istemeyerek, küçük kısmı da isteyerek ve gönülden örgüte destek verdiler. Ama hiçbir zaman unutulmamalı. Korucu sayısı bir dönem 60 bine çıktı. PKK terör örgütünün aktif militan sayısı herhalde tarihinin hiçbir döneminde 15-20 bini geçmemiştir. Bu çok önemli bir detay. Sadece o sayılara bakarak bile, örgüte aslında topyekûn bir kitle desteğinin bulunmadığını görebilirsiniz. Ama toplum psikolojisinde de bu vardır. Gizli olan, harekete sevk eden her zaman ilgi uyandırır, merak uyandırır. Düşünün; bir örgüt çıkmış, çok uçuk da olsa bir şeyler vaat ediyor. Hedef kitlesinin içinde bulunduğu şartlar da buna müsait. Doğal olarak bir miktar sempatizan toplamasının toplum psikolojisi açısından yanlış olmadığı kanısındayım.

EB : Siz askerlikten ayrıldıktan sonra, mücadeleye yazarak devam ediyorsunuz. Yakalanan teröristlerin ağzına mikrofon dayayıp da “pişman mısın?” sorusuyla mücadelenin çetinliğinin halka anlatılamadığı ortada. Bu sizin deyiminizle halkı tribünde izleyici olmaya mahkûm ediyor. Güneydoğu’nun romanı mücadeleye ne ölçüde/nasıl katkı sağlar?

HE : Önce kendi açımdan bakayım. Öncelikle ben yaşadıklarımla yüzleştim ve bunları kabullendim. Bunları yazarak dünyaya daha sağlıklı bakmaya başladığımı düşünüyorum. İkincisi, sanıyorum Güneydoğu’dan Öyküler’in önsözüne de yazmıştım onu, bu öyküler tamamen yaşananların bilinmemesine duyulan isyan nedeniyle çıktı. Peki bunun mücadeleye katkısı ne? Bunu ölçmek mümkün değil. Çünkü bana öyküleri yazdığım sırada ve kitap yayınlandıktan sonra, bu öykülerin yayınlanmasının riskli olduğunu söyleyenler de oldu. Ama ben bunların hiçbirine inanmadım.

EB : Ne umdunuz peki?

HE : Ne umdum, daha doğrusu ne amaçla yazdım? O bölgede yaşanan olaylar bir şekilde bilinsin istedim ama doğru bir şekilde bilinsin istedim. Mücadeleye katkı açısından söyleyebileceğim daha somut şeyler de oldu. Öykülerden bazılarında yazdığım Silahlı Kuvvetler’e ilişkin tespitlerin, aksaklıkların, yapılan çalışmalarla giderildiğini öğrendim. Örneğin telsiz antenlerinin uzun olduğundan bahsetmiştim bir öyküde. Ardından telsiz antenlerinin kısaltılması konusunda çalışmalar yapılmış. Metal mataraların ses çıkardığından bahsetmiştim. Oradan mesaj çıkarılıp hemen emir verilmiş, metal mataralar toplatılmış. Şimdi bildiğim kadarıyla yok. Belki bir anlamda böyle bir katkısı oldu. Bundan daha da önemlisi belki de şu: Biz Güneydoğu’ya giderken, orada ne olduğunu bilmiyorduk. Yalnız gidip gelenlerin anlattıklarından haberdardık. Bilerek gitmek başka, bilmeden endişeyle gitmek başka. Bilerek giderseniz, endişeye kapılsanız da, hazırlıklı olacağınız için tereddüt etmezsiniz. Oraya giden çok subay, astsubay, erden dinledim bunları. Buna benzer tepkiler aldım, kitabı okuyup da Güneydoğu’ya gidenlerden. Bir de yazdıklarımla Güneydoğu’ya askere gidecekler üzerinde olumsuz bir psikoloji yarattığımı söylemişti bazıları. “Yarın bir gün senin anlattıkların yüzünden gitmek istemezlerse” demişlerdi. Ben de “buna inanmadığımı” söylemiştim. Hala da inanmıyorum. Bunu ölçmek mümkün değil. Ama şükür ki, aldığım hiçbir tepki, “senin kitabını okudum, o yüzden gitmemek için elimden geleni yaptım” demedi.

EB : Öyküler, okuyanlar için, Güneydoğu’yu ana haberlerden takip edenler için, varolan bilinmezlerin bilinir hale getirilmesini sağladı. Asker ocağına giden her gencin ve daha fazla ailelerinin içinde Güneydoğu hep kaygı yaratmıştır zaten. Ama kaygının sebebi, alınan şehit haberleri olduğu kadar, bölgeye ilişkin varolan bilinmezlikti biraz da.

HE : Neden endişe ettiğini, tehlikenin ne olduğunu bilmeyen insanların, orada neler olduğunu bilerek gitmesi. Öykülerde tam bir ayna koymaya çalıştım aslında. Yaşanan hikâyeler neredeyse birebir, aslıyla uyumlu yazılmıştır. Herkes de ondan alması gerekeni aldı galiba. Romanda ise, insanlar çatışmanın ne olduğunu, oradaki askerlerin ve halkın yaşamını, duygularını, çatışmaların sebebini, gelişimini öğrenebilecekler sanıyorum, bir ölçüde.

EB : Yeni romanın adı Yer Eksi İki. Peki, ne demek Yer Eksi İki?

HE : Romanın bir bölümünde bir helikopter uçmaktadır. Yere yakın gittikleri için, ikinci pilot birinci pilota, “Komutanım, ne yapıyorsunuz? Yer artı yirmi uçuyoruz” der endişeli bir ses tonuyla. Birinci pilot da ikinci pilota dönüp, “Eğer böyle gitmezsek aşağıda Yer Eksi İki olacak insanlar var. Onlardan biri de benim arkadaşım” der. “Yer Eksi İki” aslında mezar. Yer altı yani, hepimizin gideceği yer. Ama sorun, hepimizin bir gün gideceği yere, nasıl ve geride neler bırakarak gideceğimiz. Romanda işlemeye çalıştığım bu. Romanda dört günü anlatmaya çalıştım. Ama bu dört gün aslında tamamen bir hayat. Bu hayatın içinde onur, şeref, aşk, kin, hırs, nefret her duygu var. Hepsi en sonunda Yer Eksi İkide buluşuyor. Bence Yer Eksi İki”den çok, onun öncesi, ondan önce nasıl yaşadığın önemli. Ben de Yer Eksi İki’den önceki dört günü anlatmaya çalıştım.

EB : Bu roman, Güneydoğu’dan Öyküler’den sonra çıktı. Roman içinde kimi zaman, çeşitli alanlara dair teknik saptamalar ve terimler var. Hekimliğe, askerliğe ilişkin. Romanın kurgu aşaması, çalışma dönemi nasıl geçti?

HE : 1996’da başladım kurguyu hazırlamaya. Roman son bir yıl içerisinde oluştu. 1998’den beri yakın çevrem benden bu romanı dinleye dinleye bıkmıştır herhalde. Yedi yıl boyunca aklımda sürekli romanın detayları oldu. Her yeri geldiğinde, ilgili bölüme dair notlar aldım. Son bir yıl içerisinde de bu notları bir araya getirdim. Tıp terimleri kullandığım kısımları bazı ameliyatlara girerek, birçok defin ruhsatı, tıbbi rapor inceleyerek yazdım. Pilotlarla ilgili bölümleri birçok pilot arkadaşımla konuşarak, onlara doğrulatarak yazdım. Sanatta gerçekçiliğe çok önem verdiğim ve sürrealist şeylere dayanamadığım için, dolunayın tasvir edildiği bölümlerde de çok uğraştım. Olayların geçtiği anlardaki dolunayın konumunu internetten bulduğum bir bilgisayar programından yararlanarak belirledim. Bazı bölümler çok kalabalık, birçok kahraman bir arada. Bu bölümleri krokiler çizerek, her karakterin adımına kadar hesaplayarak yazmaya çalıştım. Roman tamamen kurgusal. Ama romanın içerisindeki her olayın, birbirinden farklı yerlerde, birbirinden farklı kişiler tarafından tamamı yaşanmıştır. Bunları birleştirmek bana düştü. Bu açıdan kurgusal diyorum ama tümü yaşanmıştır.

EB : Öykülerdeki ve romandaki olayların hepsini siz yaşamadınız ama…

HE : Bu tamamen bir yazım tekniği sorunu. Öykülerde bir tekil şahıs kullanarak yazdım. Bu bana yazarken, duygularımı kâğıda dökerken büyük kolaylık sağladı. Önsözlerde altını çize çize belirtmeme rağmen, sanki bütün olayları ben yaşamışım, hepsi benim öykülerim gibi bir kanı oluştu. Bu beni çok rahatsız ediyor. Çok şükür ki, bu kadar çok olayı yaşamadım, dolayısıyla da arkadaşlarımın acılarını, mutluluklarını yani öykülerini sahiplenmek istemem.

EB : Romanda bir ifade var:“Biraz huzur içinde yaşamak için mutlaka bir bedel ödemek zorundasın.” Bizim savaşın en sıcak yıllarında ödediğimiz bedel ne? Otuz bin şehidimiz yanında neler kaybettik?

HE : Çok basit bir şey söyleyeceğim. Ben bu romana bir yıl boyunca gecemi, gündüzümü, rüyalarımı vermeseydim, bu bedeli ödemeseydim, bu kitap olmayacaktı. Bu bedeli ödedim ve karşılığını aldım. Umarım okurlar da kendi beklentileri doğrultusunda karşılığını alırlar. Buradan yola çıkarsak, otuz bin insanla bedel ödedik, karşılığında ülkenin bir bölümünün, ana parçadan kopmasını engelledik. Her şey bu kadar basit.

EB : Romanın giriş ve sonuç bölümlerinde uyuşturucu kaçakçılığıyla elde edilen paranın PKK ve diğer silahlı gruplara, peşmergelere dâhil, aktığı anlatılıyor. Demek ki, bu savaş yalnızca postallarla mekapların savaşı değil?

HE : Aslında olaya biraz savaş karşıtı söylemle bakılırsa, “hiçbir savaş ulvi amaçlar için yapılmaz, cephelerin gerisindeki çıkar sahipleri için yapılır” gibi bir yoruma bile gidilebilir. Ama PKK ile yapılan mücadele diğerlerinden çok farklıdır. Savaş karşıtı söylem belki ABD için geçerli olabilir ama bizim için geçerli değil. PKK ile mücadelemizden nemalanan maalesef çok ciddi çıkar çevreleri oldu. Hala da sürüyor. 1995–1996 yılından sonra, örgütün çöküşünden sonra biraz kesildi belki. Bunların başında Avrupa ülkeleri geliyor ve bölgedeki egemen aşiretler geliyor. Bunlar çok iyi para kazandılar. Öyküler’de de yazmıştım, zamanında Dohuk’ta, Süleymaniye’de semt pazarlarında rahatlıkla, 100–200 dolara kaleşnikof, 20 dolara mayın alabiliyordunuz. Pazarda satılan şeylerdi bunların hepsi. Bir İtalya örneği var mesela. PKK’nın kullandığı mayınların önemli kısmının İtalya tarafından üretildiğini İtalya resmi makamları bile kabul etti. Gerçi İtalya’da halk, 1994’ten sonra mayına karşı çok ciddi bir kampanyanın içinde yer aldı ama gelişmiş ülkelerin halkları ile sistemi devam ettiren yöneticileri arasında çok ciddi bir uçurum vardır. Ama ne ilginçtir ki, bizim kamuoyu yaratıcılarımız bunu görmez. Bu ülkelerdeki yönetimlerin her şeyi açık açık yürüttüğünü sanabilirler ama gerçek asla böyle değildir. Çok büyük bir uçurum vardır. O ülkelerin eğitilmiş yüzde beşleri sistemi devam ettirirler. Halk da demokratik hakkını kullanır ve ülke yöneticilerini seçer. Yeni yöneticiler yönetime geçer geçmez sistemi aynı şekilde devam ettirirler. Eğer böyle olmasaydı yaşanan olaylar söylediklerimizi doğrulamazdı. Irak’ta yaşananlar, sistemin aynı şekilde devam ettiğinin çok basit göstergeleri.

EB : Romanda PKK’ya katılan karakterlerden biri “Bizimkiler Amerika’yla anlaştı” diyor. PKK’ya, ABD desteği, askerin hep bildiği bir şey midir?

HE : Ben ast bir rütbede Silahlı Kuvvetler’den ayrıldım. Dolayısıyla elimde ABD’nin PKK’yı fiilen desteklediğine dair hiçbir resmi bilgi olmadı, olamazdı da zaten. Sadece çıkarımlarım ve gördüğüm bazı helikopterler var. Bunu öykülerden birinde anlatmıştım. Ama şöyle bakalım olaya. Bir terör örgütü düşünün. 1980’li yıllarda kurulmuş. Çok kısa bir süre içinde, on yıl içinde inanılmaz derecede büyüyor, güçleniyor ve neredeyse Ortadoğu’daki en etkin örgütlerden birisi haline geliyor. Barzani ve Talabani gibi tarihe dayanan, silaha ve aşirete dayanan, geçmişi olan iki aşirete rağmen, bunların arasından ayrılıp ses getiren bir örgüt haline geliyor ve bu örgüt 1990–1991 ve 1992 yılında Avrupa’nın birçok ülkesinden ciddi anlamda militan toplayabiliyor. Doğu bloğundan, NATO ülkelerine kadar birçok ülkenin ürettiği silahı kullanıyor. Milyonlarca dolarlık bir bütçeye sahip olabiliyor ve ilginçtir ki bu ülkelerde bir türlü yasaklanmıyor. Türkiye’yi kan gölüne çeviriyor. Bunu anlamak için asker olmaya gerek yok, bu verileri alt alta sıralayıp, bu örgütün arkasında birilerinin olması gerektiğini herhalde fark edebilirsiniz. Kaldı ki, bu örgütün bir lideri var, Abdullah Öcalan isminde bir şahıs. Bu adamın yazdıklarını söylemiyorum, televizyonda nadiren alınmış konuşmalarını ve telsiz mesajlarını dinleyen bir insan, bu adamın asla iki kelimeyi bir araya getiremediğini, hiçbir şekilde rasyonel çalışan bir beyine sahip olmadığını, çok açık şekilde bir büyüklük kompleksine sahip olduğunu, psikolojik sorunları olduğunu fark eder. Yine düz mantıkla bakalım. Bu derece yayılmış, güçlü bir terör örgütünün lideri, bu derece basiretsiz, kişiliksiz bir insan olursa, bu işin arkasında başkalarının olmadığını düşünebilir misiniz? Kaldı ki, bu tür eylemleri yürüten, bu derece ortalığı birbirine katmış bir örgütün liderinin birinci özelliği hitap gücüne sahip olmasıdır. Adam buna sahip değil bir kere. Bir cümlesini yazıya dökseniz paragraflarca sürüyor. Örgüte yakın yayın organlarında yer alan metinleri kastetmiyorum. Onların hepsi elden geçmiştir. Ama irticalen yaptığı konuşmalarda gerçek yüzü ortaya çıkar. Bir cümlesinde en az on-onbeş defa “şey” kelimesine rastlarsınız. Şey kelimesini bu kadar çok kullanmanın bir tek sebebi vardır, o da kelime hazinesinin, birikiminin yetersiz olmasıdır. Bu derece az okuyan insan da düşünmeyen insandır. Düşünmeyen insan da örgüt yönetemez. Hele böyle bir örgütü asla yönetemez. Fikir babaları var. Onlar devam ettirdiler çalışmaları, hala da işin yürütücüsü onlar. Hepsinden öte, Ortadoğu kökenli örgütlerin karakteristik özelliklerinden birisi de lidere dayalı olmasıdır. Çünkü aşiret kültüründen gelmiştir. Lider giderse, örgüt zaman içerisinde dağılır ama bu örgüt, lideri gitmesine rağmen dağılmadı. Nasıl oluyor bu iş? Peki, bu örgütü kim yönetiyor? Demek ki örgütü Apo yönetmiyor.

EB : “Bu kavga yalnız bizim kavgamız değil, buraları da başka bir dünya değil. Bir sürü insana uzakmış gibi görünse de, burada akan kan, herkesin ayaklarına, paçalarına bulaşır.” Romandan bir alıntıydı bu, biliyorsunuz. Güneydoğu’da akan kan kimin paçalarında?

HE : Çoğunluk fark etmese de bu kan herkesin paçalarına bulaşmış durumda. Ama kimimiz farkında değiliz, kimimiz görmezlikten geliyoruz, kimimiz de görüp kabulleniyoruz. Bazılarımız üstümüze alınmıyoruz, “bunun müsebbibi biz değiliz” diyoruz. Örgüt hala varlığını sürdürdüğü için, başımızı eğip önümüze baktığımızda kanın hepimizin paçalarında olduğunu görürüz aslında.

EB : Romanın ana karakterlerinden gazeteci Ufuk, Güneydoğu gerçeğiyle yüzleşmeye başladığında, içten içe üzerinde bir köksüzlük duygusu hissediyor. Bu köksüzlük duygusunun anlamı ne?

HE : Köksüzlük duygusu aslında, Ufuk için çok uzak bir duygu değil. Onun içinde yaşadığı bir şey. Köksüzlük duygusu, kendini bir türlü bir yerlere ait hissedemeyenlerin duygusu.

EB : Gazeteci kökleriyle karşılaştığı zaman mı hissediyor köksüzlük duygusunu? O güne kadar hissedemediği duygularla o gün yüzleşiyor çünkü.

HE : Gazeteci olup olmaması önemli değil, bugün o köksüzlük duygusunun içinde o kadar çok insan var ki. “Bugün Çanakkale Savaşı’na yalnızca bir insan olarak bakıyorum” diyenler var mesela… Türk’ün, Türkiye’nin, insanlığın penceresinden değil de, “orada olan bir insanlık dramı var” diyorlar. Bu en hafif tabiriyle “emperyalizme güzelleme”dir. Çanakkale’de iki ordu bir ovada karşılaşmadı ki. Adamlar istilaya geldiler, istilaya… İnsan olarak bakılacaksa, en azından bu hataları yüzlerine vurulmalıydı. Terörle mücadeleye de bu açıdan bakılırsa işin içinden çıkılır mı? Türk ordusu ile PKK güruhu da Hakkari’nin dağlarında birbirlerine mi rastladılar? Bu adamlar çoluk, çocuk öldürdüler ya… Yol kestiler, katliam yaptılar, vurup kaçtılar. İnsani tarafından bakacağız diye insanlıktan çıkmamak lazım. Bütün mesele köksüz olmaları. Sürekli bir arayış içindeler ama bunun köksüzlük olduğunun farkında değiller.

EB : Köksüzlük duygusuyla yüzleşen gazeteci, Güneydoğu’da varolan durumu yakından gördükçe, kendiliğinden özgürlüğün bedelini sorgulamaya başlıyor. Peki özgürlüğün bedeli ne?

HE : Köksüzlük duygusu o derece iğrenç bir şey ki onun için, arada sırada ona, bunu hissettiren uyarılar olsa da, gazeteci sürekli özgür olmak istiyor. Ama özgürlüğün sonu yok ve bunu anladığı zamanda aslında köksüzlük duygusu içinde kaybolduğunu fark ediyor. Kendini bir yere ait hisseden kimse özgür değil midir? Aidiyet ile bir şeylerin tebaası olma, kulu kölesi olma arasında fark var. Aidiyet özgürlüğün önünde engel değil ki. Ama gazeteci Ufuk, sürekli bunun telaşında. Özgür olmak istiyor ama olayların kendine hissettirdiği köksüzlük duygusunu hatırladıkça da bundan rahatsız oluyor. Çünkü bu duygu, bilinçaltında O’na babasının ölümünü hatırlatıyor. Bizim gazetecilerimiz de arada sırada bu köksüzlük duygusundan sıyrılıverirler. Bir iki tane inanılmaz yazılar yazarlar, altına imzanızı atarsınız. Şaşarsınız onu nasıl yazdığına. Tamamen bilinçaltının köşesinde kalmış olan köksüzlüğüne ilişkin pişmanlıktan kurtulma telaşıdır bu. O bir yazıyla rahatlar. Köksüzlük duygusundan kurtulur, kendini bir yere ait hisseder ve bunu ilan eder. Ama ertesi gün yine köklerinden arınmış özgürlüğü tercih eder.

EB : Biz de onun köksüzlüğüyle yeniden tanışırız.

HE : Ne yazık ki… Ve onun abartılı, süslü, sınırlarda yaşayan hayatını izlemeye devam ederiz.

EB : Son zamanlarda medya, sinema ve hatta edebiyat kullanılarak psikolojik savaşın nasıl yürütüldüğü ortada. Peki bu kitap bir psikolojik savaş aracı mı? Bu psikolojik savaşın sonunda bugün tribünde olan, seyirci olan kitleler sahaya mı inecek?

HE : İnsanlara tribünde olduğunu hissettirirse, buna sevinirim. Şu anda ben de kendimi tribünde hissediyorum. Birçok arkadaşımız orada mücadele veriyor ve verecekler de. Zaman zaman hepimiz kendimizi tribünde hissederiz. Zaman zaman da sahada buluruz kendimizi. Önemli olan tribündeyken yaptıklarımız ve sahadayken yaptıklarımızdır. Bu bir kader işi. Kendini çok fazla adarsan eğer, atlarsın tribünden sahaya, eline alırsın uygun silahını, kullanırsın. Bunu yapmadığı için kimseyi suçlayamam. Ne gazeteci Ufuk’u suçluyorum tribünde kaldı diye, ne de Yüzbaşı Tayfun’u sahada kaldı diye kahraman ilan ediyorum. Bu bambaşka bir şey. Gelelim psikolojik harekât konusuna. Buna benzer iddialar hep söylenir. Eğer psikolojik harekât aracı olarak hazırlansaydı, bu kadar bireysel bir çaba olmazdı. Bu kitap, içinde anlattığım olayların tamamının gerçek olmasına çok özen gösterdiğim bu kitap, kim ne derse desin, psikolojik harekâttır, şudur, budur. Beni hiç ilgilendirmiyor.

EB : O zaman biri kalkıp kitabınıza “Türk’ün Türk’e propagandası” derse…

HE : Ben insanların ayaklarına kan bulaştığını ve bir türlü bu kanı fark edemediklerini söylerken, kimse benim “Türk’e Türk propagandası” yaptığımı iddia edemez. Söylerse de abesle iştigal eder. Eğer yapıyorsam da tersine bir propaganda yaptığımı düşünüyorum. “Bir türlü farkında değilsiniz hala olup bitenlerin” diyen bir kitap, Türk’e Türk propagandası olur mu?

EB : 1993 ile bugün arasında bir fark var. 1990’larda sıcak çatışmanın yaşandığı bölgemizin komşusu bugün Irak değil, ABD. Bunun yanında Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ın saptamasına göre PKK’yla mücadele konusunda 1999’ların gerisine düştük. Bugün Irak’ın Kuzeyi, Kürt Devleti seçim sonrası varolan durum, Güneydoğu’nun bugünkü durumu, bugünkü tablo nasıl?

HE : Kara Kuvvetleri Komutanı’nın söylediği çok önemli, birinci ağızdan verilmiş bir bilgi. Dolayısıyla doğru ve teyit edilmiş bilgi olarak kabul etmeli herkes. Varolan durumu üç aşamalı olarak değerlendirelim: Birincisi bölge halkı açısından. Terör örgütü ele başının ele geçirilmesinden sonra sempatizan kitlenin azalması gerekirken, ne yazık ki bundan geriye gidilmedi. Hala bazı örgüt yanlıları eylemler yapılabiliyor. Bu adam içerideyken bile, eylemlerin sürmesi anlamlı. İkincisi güvenlik güçleri açısından. Güvenlik güçleri 1990’lı yılların başında yapılan mücadeleden çok daha aktif ve tecrübeli biçimde mücadele ediyor artık. Örgüt de bunu çok iyi biliyor. Bu yüzden de çok rahat hareket ettiği söylenemez. Üçüncüsü de kamuoyunun olaya bakış açısı. Eğer olaylar yeniden başlayacak olursa, 1990’larda gösterilmiş olan tepkiden çok daha ağır bir kamuoyu tepkisinin oluşacağını düşünüyorum. Arada sırada kimi olaylar oluyor ama daha ses getirecek bir baskın, bir pusu veya bir olay olursa ve bunlar süreklilik arz ederse, kamuoyu tepkisi eskisinden çok daha ağır olacaktır. Ayrıca, ABD’nin PKK’yı ortadan kaldıracağına dair verdiği sözler var. Bu sözleri ne derece yerine getirir, bunu da zaman içerisinde göreceğiz.

EB : Özellikle bölgede İran, Suriye ve Türkiye’nin birbirleriyle komşu bölgelerinde ciddi bir Kürt nüfus var. Irak’ta varolan fiili durum ve İran ve Suriye’ye karşı askeri müdahale tehditleri karşısında bölgedeki mücadelenin ulusal olamayacağı ortada. Irak’ın kuzeyindeki tepkilerin, gerek direnişçiler gerekse Kürtler tarafından, Türklere yöneldiği de görülüyor. Nereden bakarsanız bir kaos, bir başıbozukluk.

HE : Asınla PKK terör örgütüyle mücadele edecek dört ülke vardı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye. O kadar ilginçtir ki, bir büyük süper gücün desteği ve irşad buyurmasıyla dört ülke birbirine girmiş durumdayken PKK ortaya çıktı. Hangisi? Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan? Öyle ya da böyle sonuç değişmiyor. Terörle uluslar arası mücadele gerekirken, Türkiye tek başına mücadele etmek zorunda kalmıştır. İşte bu yüzden de Türkiye, dünyada terörle en kansız, en uzun zamana yayılmış şekilde mücadele eden ve teröre en ağır şekilde karşı çıkan tek ülkedir.

EB : Bahar geldi. Yine güneş ısıtacak dünyayı. Kimi yeşil otların üzerinde yine gelincikler bitecek.

HE : Evet, atalarımız ve arkadaşlarımız “biz burdayız” diyecekler. Keşke onları gelinciklerle ansak hep… Gelincikler aslında çok kışkırtıcı çiçekler. Çiçekçiye gidip sarı bir gül alabilirsin, kırmızı bir karanfil alabilirsin ama gelincik kadar kırmızı bir çiçeği kimse birbirine armağan etmek istemez. Can acıtan bir çiçek çünkü, iç burkan.

EB : Zihinlerimizde gerilere attığımız bir gerçeği, yüreğimizi bir dönem alev alev yakmış ama unutmaya başladığımız acıları hatırladık bu sayede. Tabi yalnızca bu söyleşiyle değil, Güneydoğu’dan Öyküler’le ve yeni romanınız Yer Eksi İki ile. Sağolun.

HE : Ben teşekkür ederim. Bu benim yayınlanacak ilk yazılı röportajım. İlk röportajımın Hâkimiyeti Milliye ismini taşıyan bir gazetede yayınlanacak olmasından duyduğum onuru da söylemek isterim.

EB : Bitirirken soralım o zaman. Neden ilk röportaj? Sanıyorum, terörle mücadele hakkında ilk kitabı siz yazdınız ama sizi hiç ortalarda göremiyoruz.

HE : Daha önce de belirttiğim gibi; öyküler birinci tekil şahısla anlatıldığı için, tüm olayların kahramanı benmişim gibi algılandı, her ne kadar Güneydoğu’dan Öyküler’in önsözünde bunun aksini yazmış olsam da. Bu yüzden bir “Güneydoğu kahramanı” gibi ortaya çıkmak istemedim. Ben orada görev yapmış onbinlerce insandan sadece biriyim. Bu nedenle kitaplarımın önüne asla geçmek istemedim. Bu tavrımı da mümkün olduğunca sürdürmek istiyorum. Bu röportajda fotoğrafımın olmamasının sebebi de bu. Bu yüzden röportaj taleplerini hep geri çevirdim. Ama Hâkimiyeti Milliye gibi, sadece adı bile bazıları için bugün hala ürkütücü gelen bir gazetede kitaplarımdan bahsetme fırsatı verdiğiniz için, tekrar teşekkür ediyorum.

/ Söyleşiler / Tags:

Share the Post