Hulki Can // http://www.hulkican.org/id12.html// 2007

Hulki Can // http://www.hulkican.org/id12.html// 2007

“Güneydoğudan Öyküler” 1997 yılından beri kütüphanemde duruyordu. Güneydoğu ve Doğu’daki teröre karşı çatışmaları anlatan kitapları okumaktan hep kaçınmışımdır. Kuşkusuz bu bir önyargı. Çünkü o kadar emindim ki bu tür kitaplar hamaset, vatan, millet, Sakarya edebiyatı, bir sürü boş laf, bir Türk on düşmana bedeldir türünden gerçekdışı öğelerle dolu… Kötü bir anlatım, kötü bir dil… Ama bunun böyle olmadığını gördüm ve kendimden utandım.

“Güneydoğudan Öyküler” 1997 yılından beri kütüphanemde duruyordu. Güneydoğu ve Doğu’daki teröre karşı çatışmaları anlatan kitapları okumaktan hep kaçınmışımdır. Kuşkusuz bu bir önyargı. Çünkü o kadar emindim ki bu tür kitaplar hamaset, vatan, millet, Sakarya edebiyatı, bir sürü boş laf, bir Türk on düşmana bedeldir türünden gerçekdışı öğelerle dolu… Kötü bir anlatım, kötü bir dil… Ama bunun böyle olmadığını gördüm ve kendimden utandım. Nasıl oldu bilmiyorum geçenlerde başka bir kitabı raflarda ararken bu kitap birden elime geçti… Ve bir çırpıda yerimden kalkamadan heyecanla okudum. Burada duygusal ayrıntılara girmek istemiyorum. Ancak şunları söyleyeceğim: Kitabın yazarı bizim, benim, senin gibi biri… Bir subay: bir üsteğmen, kültürlü, cephedeyken TRT- FM’de klasik müzik, Sezen Aksu, Kayahan dinliyor, Vangelis’i (Ateş Arabaları) seviyor…

İlhan Selçuk bu kitap hakkında “Türk ordusunu Vietnam’daki Amerikan ordusu gibi gören entelimiz, şehitliği siyaset malzemesi gibi pazarlayan politikacımız, silahlı kuvvetlerine düşman dincimiz bir noktayı unutuyorlar: Askere insan gibi bakmasını öğrenemedikçe biz sivilleşemeyiz” yorumunda bulunmuş. Katılıyor ve ekliyorum: Asker de –burada komutanları kastediyorum- insana insan gibi bakmayı öğrenmek zorundadır. İnsanlar sanki hayatlarının hiç bir değeri yokmuş gibi ite kaka cepheye gönderilen bir koyun sürüsü değildir. Bu kafada olanlar Sarıkamış faciasını unutmasınlar… Ölmek, şehit olmak marifet değildir. Yaşamak, hayatta kalmak, başarmak, görevi tamamlamak önemlidir. İkincisi – burada yine komutanları kastediyorum- siyasete karışmayın birader ve ulusun istencine saygı gösterin. Siyasetle ilgileneceğinize orduyla ilgilenin; ordunun ve askerin sorunlarıyla, askeri strateji, taktik ve enformatik ile ilgilenin ki 1974 Kıbrıs harekâtında yaptığınız gibi kendi amirallik gemimizi kendi hava kuvvetlerimiz batırmasın…

“Güneydoğudan Öyküleri” dil ve yazınsal açıdan incelemeyeceğim. Öykülerdeki günümüz açısından çok önemli ve güncel olan bildirimleri vurgulayacağım. Hakan Evrensel’in öykülerde verdiği açık ve net bildirimler bizi şu saptamalara ve sonuçlara götürüyor:

TERÖRE KARŞI SAVAŞ ve ASKERİN DURUMU

Öncelikle teröre karşı yürütülen savaşımı halk anlamış, ama aydınlar anlamamıştır. Bunda en büyük etmen ABD ve Yahudi lobisi güdümündeki basın ve medyadır. Kuşkusuz bir de bu kesekâğıdı bataklığındaki “rent-a-pen” kalemlerdir. Öyle bir hava yaratılmıştır ki şehitlerden, ölümlerden, doğudaki savaştan bahsetmek şovenizm ve hamasetten başka bir şey değildir. Yazarın belirttiği gibi ordu teröre karşı savaşta bir türlü etkili olamıyor. Bunun nedeni çok basit, açık ve net: çünkü ordu içine sızmış ABD istihbaratı yapılacak operasyonlardan saatler öncesinden teröristleri haberdar ediyor. Bizimkiler dağları taşları bombalayıp geri geliyorlar; ya da, ava giderken avlanıp pusuya düşüyorlar… Teröristler Türk birliklerinin tüm telsiz konuşmalarını dinliyor. Telsiz konuşmaları sürekli birbirine karışıyor. Her iki tarafta da aynı telsizler var. ABD askerlerinin teröristlere yardım malzemesi attığını orduda bilmeyen yok. Yazar önceleri teröristlerin nasıl kaçtıklarını, operasyon bölgelerini her defasında bu kadar çabuk nasıl boşalttıklarını bir türlü çözümleyemiyor, ama sonra anlıyor: Amerikan askerlerinden aldıkları duyumlar. Ve hatta baskına çıktıkları bir gece Cumhurbaşkanı Özal bile TVden açık açık “inlerinde vuracağız” diyor! Bu durumda asker nasıl başarılı olabilir ki? Askerlerin çoğu saf ve çok genç Anadolu çocukları. Ailelerine öfke ve sitem dolu şiirler, mektuplar yazıyorlar. Yazar bu öfke dolu mektup ve şiirlerle yıllarca baskı altında yetişmiş bu çocukların ailelerinden gizli bir şekilde öç aldıklarını gözlemliyor. Aileleri de çok üzen bu tür hamaset ve ölüm edebiyatı yapılan şiirleri yasaklıyor. Savaştan kaçmak için kendini yaralayan, sakat bırakan asker var. Bu her orduda vardır… Teröristlerden de Türklere sığınanlar, kaçanlar olmuyor mu? Yeni yetişen askerler çok daha mükemmel yetişiyorlar, komutana körü körüne itaat yok ve verilen emirlerin açıklanmasını istiyorlar. Üsteğmen bu askerlerle başa çıkmakta az buçuk zorlanıyor. İtaat ile kafa çalıştırmayı ayırmak gerekiyor. Nizamiyeden girerken artık beyin kapıda bırakılmıyor. Kafası çalışan askerler lazım. “Çılgın Türkler” değil “Akıllı Türkler” işbaşında! Yazarın acı bir sitemle dikkat çektiği bir husus da şu: Ordu en büyük deneyimi pusuya düşme konusunda yaşıyor! Çünkü birlikler sık sık pusuya düşüyor! Askerin asal görevi sanki şehit ve yaralıları bir an önce helikopterle hastaneye ulaştırmak ve terörist baskınlara karşı uyanık durmak! Ölü ve yaralıları almaya giderlerken bile pusuya düşme olasılıkları her zaman var. Bir keresinde tam düşmanı kıskaca almışken merkezden gelen bir emirle imha saldırısı iptal ediliyor!

İZNE ÇIKAN BİR SUBAY NE YAPAR?

 Yazar onar günlük izinlerinde her seferinde bir asfalt şoku yaşıyor. Dağda yürümeye alışık ayakları düz yola alışamıyor. Güya halı üzerinde çıplak ayakla yürüyecek, gözleri şişene kadar TV seyredecek, her gün beş gazete okuyacak, bir filmden bir diğerine gidecek, harcamaya fırsat bulamadığı parasını oraya buraya saçacak, araba kiralayacak, en lüks otellerin lobisinde neskafe içecek, barında sarhoş olacak, simit yiyecek, denizi görmek için bir yerlere gidecektir… Ama hiçbirini yapamaz. Çünkü birliğinden bir askerin cenazesine katılmakta ve şehit ailesiyle ilgilenmek zorundadır. Bunu yapmayı hiç istemiyor. O kadar yorgun ve bitkindir ki. Cenazede konuşacak bile hali kalmaz. Şehit babasının yergisiyle tüm dünyası kararır: “Benim oğluma sahip olamadınız mı?”

ÜLKE TUZAĞA DÜŞMÜŞTÜR

Öyküleri okudukça anlıyoruz ki ulusçuluktan, milliyetçilikten vazgeçin, sınırlar kalkıyor, küreselleşin diyenlerin çoğu koyu Kürt milliyetçisi veya ayrılıkçısı veya onların postmodern destekçileri… Bu destekçiler arasında bazı aydınlar, yazarlar, sanatçılar, siyasetçiler, bilim adamları da var… Nobel ödülü almış Orhan Pamuk da bunların içinde. Bir kısım aydın da “Kıbrıs’ı verelim kurtulalım, Doğuyu verelim kurtulalım” görüşünde. Savaşarak alınan, kurtarılan topraklar kolayca masa başında verilecek yani. Bu, Türkiye karşıtı, birleşik, postmodern bir cephe. Artık bu iyicene belirginleşti, su yüzüne çıktı. Gizlenmeye ve gizlemeye bile gerek görmüyorlar. Arkalarında ABD ve İsrail var. Onlara güveniyorlar, onlardan güç ve mali destek alıyorlar. Bunların tümü bölgede ayrılıkçı etnik bir devlet kurulmasını Irak’ın Kürtler, Sünniler, Şiiler arasında bölünmesini umuyorlar. Türkmenleri yok sayıyorlar. Bu devlet çoktan kuruldu da biz hala devekuşu örneği kafamızı kuma gömüp görmezden geliyoruz. Her şey yavaş yavaş, alıştıra alıştıra Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında planlandığı şekilde yürütülüyor. Çocuğa mama veriliyor, oyuncaklar alınıyor ve uslu olması tembihleniyor. Çocuk yaramazlık yaparsa mama verilmeyecek, oyuncaklar geri alınacak ve sopa gelecek. İşte ülke bu durumda. Türkiye postmodernlik ile vatanseverlik arasında karar vereceği bir kavşakta… Bu bağlamda 27 Şubat 2007 de teröristlerin ve Kürt milliyetçilerinin savunuculuğuna soyunmuş tetikçi gazetelerden biri “Kürdistana alışın” manşetini patlattı. Bunun hemen arkasından NTV 13.00 haberlerinde darbecibaşı eski Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren Türkiye’nin eyalet sistemine geçmesi gerektiğini savundu. Türkiye’nin 8 eyalete bölünmesini öneren Evren bu eyaletleri “Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Eskişehir ve Trabzon” olarak açıkladı… Burası özgür ve küreselleşme yolunda giden bir ülke değil mi? Tabi ki tüm taraflar görüşlerini belirtebilirler. Fakat vahim olan şu: Genelkurmay’daki kafalar böyle ise, ya da, Genelkurmay gibi kritik bir göreve böyle kafalar geliyorsa ne yapacağız? Bu kafaları kim üretiyor, kim besliyor? Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, federasyon tezleri yeni, modern görüşler değil. Bunlar Sevr Antlaşması mimarlarının çok eski düşünceleri. Osmanlı İmparatorluğu da devlet yönetiminde olanların ve yabancı güçlerin işbirlikçilerinin bu tür söylemleri ile dağıldı gitti. Bu eski görüşleri yeniymiş gibi yeniden hortlatmak postmodernizmdir. İşte bakın tuzağa düşmüş, yıkılış sürecindeki Osmanlı’nın son durumu sanki aynen günümüz Türkiye’sinin tarihsel bir prototipi: “Osmanlı ülkesi temelinden sallanıyordu. Bütün bunların üstüne de Başbakanın ister masonluğundan gelsin, ister daha özel nedenlerden gelsin, körü körüne İngilizlere bel bağladığını görüyordum. Milli Savunma Bakanı Hüseyin Avni Paşanın İngilizlerden para aldığını bilirdim. Bir ülkenin Milli Savunma Bakanı görevine yükselen bir kimsenin yabancı bir devletten para almış olmasını aklım almıyordu. Eğer Mithat Paşa da ayın yolun yolcusu ise, devlet tuzağa düşmüş demekti. Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri bakan ve başbakan düzeyine kadar çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olamazdı.” “Yeniçeri ordusunu ortadan kaldırmışız ama yeniçeri ordusunun bozulmasına yol açan nedenleri ortadan kaldırmamışız. Hem bari orduyu politikadan çekebilseydik. Tarih değil, hatalar durmadan tekerrür ediyor. Ordu amacı dışına çıkarsa yasal davranmamış olur. Belki bazı şeyleri yakar, yıkar ama sonunda kendisi de yıkılır. Ve maalesef bu enkazın altında bezen bir devlet de kalır.” (Kaynak: Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Kervan Yayınları, Yayına Hazırlayan İsmet Bozdağ, Ocak 1975, alıntılar özetlenmiş, kısaltarak ve yalın Türkçeye çevrilmiştir.)

1O YIL ÖNCE 1O YIL SONRA

“Güneydoğudan Öyküler”in ilk baskısı 1997de yapılmış. Aradan 10 yıl geçmiş… Kitabın kapağı, yayınevi bile değişmiş… Değişmeyen bir şey var ama: Daha önce Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan ve şimdilerde ise ülkeyi göstere göstere parçalamaya kafaya koymuş olan Gladio benzeri örgütler, Mason Locaları ve bunların alt katmanları tam gaz gidiyorlar. Bunlara dur diyecek bir güç, bir istenç, sivil bir erk bu ülkede yok mudur? Hakan Evrensel’in öyküleri Emekli Kurmay Yarbay Talat Turhan’ın “Derin Devlet” isimli kitabıyla örtüşüyor ve benzer bir koşutluk gösteriyor. Talat Turhan da silahlı kuvvetlerde, Milli Savunma, Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlıklarında, istihbarat örgütlerinde masonların ne işi olduğunu, ulusal bir devlette cumhurbaşkanı veya başbakanın nasıl mason olabildiğini, Atatürk’ün neden mason localarını kapattığını sorguluyor… 10 yıl sonra gelinen durum açıkça gösteriyor ki ABD artık bizim müttefikimiz olma ayrıcalığını kaybetmiştir ve bu konumda değildir. Bunu körler bile görüyor. Sağırlar bile duyuyor. Bön adam bile anlıyor. İşin ve sorunun asıl özü budur. Dış politikanın tıkanması bundandır. O koskoca Dışişleri binasındaki bürokratlar ne yapıyorlar? Gündem budur. Cumhurbaşkanlığı seçimi, laiklik, irtica bunlar toz duman, gündem dışı, hedef saptırma, ayrıntılardır. Şimdi daha iyi anlıyor muyuz Atatürk’ün neden Türkiye Cumhuriyeti’nin korunmasını ve kollanmasını Türk gençliğine emanet ettiğini? Çünkü gençlikte her zaman taze bir güç, dinamizm, temizlik, saflık, umutlar vardır. Umutlar asla sönmez… Hakan Evrensel kitabını terörle savaşımda şehit düşen, gazi olan ve hala bu savaşımı sürdürenlere ithaf etmiş… Terörle her şekilde savaşım vatanseverliktir, yurtseverliktir. Vatanseverleri zorlu bir görev ve savaş bekliyor: Ulusal bağımsızlık ve onurumuz için…

/ Hakkında Yazılanlar

Share the Post